Atatürk’ün Ortadoğu Halklarının İsyanına İlişkin Kehanet Vecizesi Asparagas

Mustafa Kemal Atatürk’ün ABD’li gazeteci Isaac F. Marcosson’a verdiği röportajda Ortadoğu’da kurulan sunî devletlerin halklarının geleceğine ilişkin söylediği iddia edilen sözler sonradan uydurulmuştur.

 

Mustafa Kemal Atatürk’ün ileri görüşlülüğüne dair şehir efsaneleri uydurulmamış olur mu hiç? Atatürk’ün 1923 yılında ‘The Saturday Evening Post’ dergisinin yazarı Isaac F. Marcosson’a verdiği röportajda Ortadoğu’da kurulan suni devletlerin halklarının geleceğine ilişkin söylediği iddia edilen sözler bunun bir örneği.

İlk kez Sözcü Gazetesi’nin 30 Ağustos Zafer Bayramı vesilesiyle 30 Ağustos 2012 günü “Atatürk Bugünleri 89 Yıl Önce Görmüştü” manşetiyle ilk sayfada yer vermesiyle ortaya çıkan şehir efsanesine göre Atatürk 1923 yılı Temmuz ayında verdiği röportajda aşağıdaki ifadeleri kullanmış:

“Bir gün, birinci cihan harbinden sonra Ortadoğu’da kurulan suni devletlerin halkları ayaklanacaktır. O gün geldiğinde, yeni kurduğumuz cumhuriyetimizin yöneticileri, bu halkların değil emperyalist güçlerin yanında yer alırsa aynı akıbete kendileri uğrayacaktır ve Kurtuluş Savaşı’nda yedi düvele haddini bildiren Türk halkı onların da hakkından gelecektir…”

 

Halbuki, ne Atatürk bu sözleri söyledi ne de bu sözler iddia edildiği şekilde yayımlandı:

 

Atatürk’ün Bütün Eserleri adlı külliyatın 16. cildinde The Saturday Morning’de yayımlanan mülakatın Türkçe çevirisi (bazı kesintilerle) şöyle aktarılmış:

 

THE SATURDAY EVENING POST YAZART ISAAC F. MARCOSSON İLE MÜLAKAT *

(13 TEMMUZ 1 923)

[…]

Bir zamanlar Ankara, sadece kedileri ve kendileriyle ünlüydü. Bugün. Anadolu’nun uzak tepeterindeki bu ağır ilerleyen. eski şehrin başka, dünya çapında bir önemi var. O. sadece yeniden inşa edilmiş Türk devletinin başkenti ve dolayısıyla hiitün muasır demokrasi tecrübelerinin en renklisinin mekanı değil. aynı zamanda Dünya Savaşı’nın nihayet bulmasından sonraki acılı vaziyetin ortaya çıkardığı az sayıda önemli şahsiyet arasında sivrilen -tam unvanıyla- Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın da yaşadığı yerdir.

[…]

Bu şahsiyetle. savaş içinde doğmuş Türk devletinin dönüm noktasında olduğu bir vakitte Ankara’da konuştum. Lozan Konferansı dağılmak üzereydi. Savaş veya barış hala muallaktaydı. Daha dün Başvekil Rauf Bey bana şunları söyledi: “Eğer Müttefikler savaş istiyorlarsa, savaşırız.” Hava, gerginlik ve belirsizlik yüklüydü. Bu tedirgin görümünün üzerinde, kendisini görmek için bu kadar yol gittiğim Reis’in taviz vermez varlığı kol kanat germişti. Bizzat hükümet gibi. olaylar da onun etrafında dönüp duruyordu.

[…]

Ayın on üçü Cuma günüyle birlikte, Kemal’le uzun zamandır beklediğim mülakat da geldi. Kendisi, Ankara’dan yaklaşık beş mil ötede bir çeşit yazlık yer olan Çankaya’da, Türklerin köşk dedikleri bir villada oturuyordu. Ankara’da otomobil az oldu­ğu için üstü açık bir binek arabasıyla gilnıek zorunda kaldım.

[…]

Gazi’nin ikametgahı

Kemal’in ikametgahına yaklaşlikça askerlere rastlamaya başladık; ilerledikçe. bunların sayılan arttı. Bu askerler; Kemal’in hayatını korumak için alınan birçok tedbirlerden biriydi; çünkü kendisi her an kızgın hir Yunanlı veya Ermeni tarafından öldürülme tehlikesi altındaydı. Onu vurmak için birkaç teşebbüste de bulunulmuş, bir seferinde yanındaki bir Türk subayı, suikastçı tarafından ağır yaralanmıştı.

[…]

Az sonra, yeşil bir tepe üzerinde, düzenli bir bahçe ve badem ağaçlarıyla çevrili, cephesi kırmızı. güzel bir beyaz taş bina göründü. Sağda daha küçük bir taş ev vardı. Daha önce buraya gelmiş olan Reşat Bey, buranın Türk milletince Kemal’e hediye edilen ev olduğunu söyledi. O sôylemeseydi de, nöbetçilerin sıklaşmasından bunu anlayahilirdim. Giriş kapısına vardığımızda bir çavuş bizi durdurup ne işimiz olduğunu sordu. Reşat Bey adama, Gazi ile randevum olduğunu söyledi; o da, kartımı alıp içeri götürdü.

Çavuş birkaç dakika sonra dönerek bizi küçük taş eve götürdü; Kemal burayı kabul odası olarak kullanıyordu. Burada, Gazi’nin kayınpederi olan Muammer Uşaki Bey’i gördüm; kendisi, İzmir’in en zengin tüccarı. aynı zamanda New York ve New Orleans pamuk borsalarının ilk Türk üyesiydi. Amerika’yı sık sık ziyaret etmiş olduğundan ingilizce konuşuyordu. Kemal’in kabine toplantısında olduğunu ve beni az sonra göreceğini söyledi.

[ …]

Kemal’in Çelik Gözleri

Tam Muammer Bey’le Türkiye’nin ekonomik geleceği hakkında bir tartışmaya başlamıştım ki, Kemal’in yaveri, haki üniformalı, iyi giyimli genç bir teğmen içeri girerek. Gazi’nin beni görmeye hazır olduğunu söyledi. Onunla birlikte küçük bir avludan ve dar bir geçitten geçtik ve kendimi esas ikametgâhın kabul salonunda buldum. En makbul Avrupa tarzında döşenmişti. Bir köşede bir kuyruklu piyano vardı; onun karşısında, çoğu Fransızca ciltlerle dolu bir kitap rafı bulunuyordu; duvarlarda ise hediye kılıçlar asılıydı.

Bitişik odada, geniş yuvarlak bir masa etrafında oturmuş, hızlı hızlı konuşan bir grup insan görüyordum. Bu. toplantı halindeki Türk kabinesiydi ve Lozan’dan gelen son telgrafları tartışıyorlardı; Hariciye Vekili ve kabinenin orada bulunmayan tek üyesi olan İsmet Paşa bir gün önce, Chester imtiyazı ve Türk dış borçları hakkındaki Türk ültimatomunu vermişti. Ekonomik savaş veya daha kötüsü muallaktaydı.

Ben yaklaşınca Rauf Bey dışarı çıktı ve beni kahinenin toplandığı odaya götürdü. Grupla kısa bir tanıştırma faslı oldu. Ama benim gözlerim tek bir kişinin üzerindeydi. O da masanın başındaki yerinden kalkıp elini uzatarak bana doğru gelen büyük şahsiyetti. Kemal’in sayısız resimlerini görmüş olduğumdan, görünüşüne aşinaydım. O, insanlara ve topluluklara hakim olacak ripri: Bir defa, hemen hemen 1.80’lik boyu. mükemmel göğsü. omuzları ve askerce tavrıyla insanı erkileyen fizik yapısıyla; sonra bir insanda gördüğümki -ben, merhum J.P. Morgan. Kitchener ve Foch’/a görüşmüştüm- en dikkate değer giizlerin esrarengiz kudretiyle. Kemal’in gözleri, çelik mavisi. sert taş gibi affetmez olduğu kadar nüfuz ediciydi.

[…]

Pek az kişi Kemal’i gülerken görmüştür. Kendisiyle geçirdiğim iki buçuk saat içininde hatları ancak bir defa bir parça gevşer gibi oldu. Demir maskeli bir adama benziyordu; maske de onun tabii yüzüydü.

Onu üniformalı göreceğimi zannediyordım. Oysa çizgili gri pantolon ve rugan ayakkabılarla siyah bir jaketataydan oluşan çok şık bir kıyafet içerisindeydi. Kanat yaka ve mavili sarılı bir kravat taşıyordu.

[…]

Rauf Bey. kabine odasında beni Kemal’e takdim etti. Alışılmış selamlaşmaları Fransızca olarak teati ettikren sonra, şöyle dedi: “Belki, konuşmak için bitişik odaya geçip, kabineyi tartışmalarıyla baş başa bıraksak daha iyi olur.” Bunları söylerken bitişik salonu gösterdi. Rauf Bey sağımda. Kemal solumda. küçük bir masaya oturduk. Efendisinden daha az şık olmayan bir erkek hizmetkar her zamanki gibi koyu Türk kahvelerini ve sigaraları getirdi. Mülakat başladı.

Gazi, Fransızca ve Almanca bilmekle beraber, bir tercüman aracılığıyla Türkçe konuşmayı tercih ediyordu. Ben, gene sözde Fransızcamla. onunla tanışmaktan duyduğum büyük memnuniyeti ifade ettikten sonra. Rauf Bey araya girerek, büyük adamın kendi diliyle konuşmasının belki en iyisi olacağını söyledi. Bunda mutabık kalındı ve o andan itibaren Başvekil tercümanlık yaptı.

Kemal nasılsa, benim Ankara yolculuğuma refakat eden zorlukları ve gecikmeleri işitnıişti. Ankara gibi bir yerde yönetimin etrafını saran engeller içinde böyle şeylerin ihtimal dahilinde olduğunu söyleyerek hemen özür diledi. Sonra şunları ekledi: “Geldiğinize çok memnun oldum. Biz, Amerikalıları Türkiye’de görmek istiyoruz; çünkü bizim gayelerimizi en iyi onlar anlayabilirlcr.”

Sonra. dobra dobra, kısa ve açık ifadesiyle. adeta emir veren hir subay gibi. sordu: “Size ne söylememi istiyorsunuz?”

“Her şeyden önce” diye cevap verdim. “bana. Amerikan halkı için bir mesaj verebilir misiniz?”

Bu yönteme ilişkin bir soruydu; çünkü onun Amerikalılara karşı dostça duyguları olduğunu ve böyle bir sorunun, konuşmanın akıcılığının önünü açacağını biliyordum. Bu, suskun kişilerle mülakat yaparken kullandığım ve konuşma dalgaları do­ğurmakta nadiren başarısız kalan bir manevraydı.

Washington İçin Takdir Duygusu

En ufak bir tereddüt geçirmeksizin -şunu da ekleyebilirim ki, bütün konuşma sırasında hir cevap için hiçbir zaman duraklamadı- şöyle dedi: “Büyük memnuniyetle. Birleşik Devletler’in ideali, bizim idealimizdir. Meclisi Mebusan’ın 1920 Ocak’ında ilan ettiği Misakı Milli’miz, sizin Bağımsızlık Beyannamenize çok benzer. Talep ettiği, sadece, Türk ülkesinin istiladan kurtulması ve kendi kadeerimize hakim olmamızdır. Bağımsızlık, hepsi bu. O, halkımızın misakı, anayasasıdır ve ne pahasına olursa olsun, bu misakı korumaya kararlıyız.

Türkiye ve Amerika, ikisi de demokrasidir. Hakikatte, şu andaki Türk hükümeti. dünyadaki en demokratik hükümettir. Halkın mutlak hakimiyetine dayanır ve onun temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi, yargı, yasama ve yürütme organıdır. Kardeş demokrasiler olarak, Türkiye ile Amerika arasında en yakın münasebetler olmalıdır.

İktisadi münascbctler sahasında Türkiye ilc Birleşik Devletler, her iki taraf için de en büyük faydayı temin edecek şekilde, birlikte çalışabilirler. Zengin ve çeşitli milli kaynaklarımızın, Amerikan sermayesi için çekici olması gerekir. Biz, gelişmemizde Amerikan yardımını memnuniyetle karşılarız: çünkü bütün başka ülkelerin sermayesinden farklı olarak Amerikan parası, Avrupa milletlerinin bizimle münasebetlerinin can darnan olan siyasal entrikalardan uzaktır. Başka bir ifadeyle Amerikan sermayesi, yatınlır yatırılmaz bayrağını çekmeye kalkmaz.

Amerika’ya olan inanç ve güvenimizin somut bir delilini, Chcster imtiyazı’nı vermek suretiyle gösterdik. Hakikaten bu, Amerikan halkına bir teveccühtür.

Hayatım boyunca, Washington ve Lincoln’ün hayat ve eserlerinden ilham aldım. İlk on üç devletle yeni Türkiye arasında ilginç bir benzerlik vardır. Sizin atalarınız, İngiliz boyunduruğunu kaldırıp attı. Türkiye de, üzerindeki bütün rüşvet ve yiyicilik Ic birlikte taşıdığı eski imparatorluk boyunduruğunu ve daha da kötü olan başka milletierin bencil müdahalelerini kaldınp attı. Amerika bağımsızlık ve refah için sonuna kadar mücadele etti. Biz şimdi, yeni bir milletin doğumuna şahitlik eden sancıların içindeyiz. Amerikan yardımıyla amacımıza ulaşacağız.”

Sonra. öne doğru eğilip, bütün mülakat boyunca yaptığı tek hareketle şunları söyledi:

“Biliyor musunuz, Washington ve Lincoln niçin bana daima hitap etmiştir? Sebebini söyleyeyim size. Onlar, sadece Birleşik Devletler’in şerefi ve kurtuluşu için çalıştılar; oysa, öbür başkanların çoğu, öyle görünüyor ki. kendilerini ilahiaşıırmak için çalışıılar. Kamu hizmetinin en yüce şekli, bencil olmayan çabadır.”

Bunun üzerine sordum: “Sizin devlet idaresinde idealiniz nedir? Başka bir deyişle. Panislamizm ve Panturanizm fikirlerine hala inanıyor musunuz?”

“Kısaca söyleyeyim” dedi. “Panislamizm, din anaklığını temel alan bir federasyon demekti. Panturanizm ise, ırkı temel alan aynı çeşit bir çaba ve ihtiras ortaklığını temsil ediyordu. Her ikisi de yanlıştı. Panislamizm fikri. asırlar önce Viyana kapılarında, Türklerin Avrupa’da ulaştıkları en kuzey noktada öldü. Panturanizm de, Doğu ovalarında mahvolup gitti.

Bu hareketlerin her ikisi de yanlıştı; çünkü, kuvvet ve emperyalizm anlamına gelen fetih fikrine dayanıyorlardı. Uzun yıllar emperyalizm. Avrupa’ya hakim oldu. Ancak emperyalizm ölüme mahkumdur. Bunun cevabını, Almanya’nın, Avusturya’nın. Rusya’nın ve geçmişteki Türkiye’nin yıkılışında bulursunuz. Demokrasi, insan ırkının ümididir.

Bir Türkün ve savaş için yetişmiş benim gibi bir askerin böyle konuşması size garip gelebilir. Oysa, yeni Türkiye’nin temelindeki fikir aynen budur. Biz ne zor kullanmak, ne de fetih istiyoruz. Yalnız bırakılmamızı ve kendi ekonomik ve siyasal kaderimizi kendimizin tayin etmesine müsaade edilmesini istiyoruz. Yeni Türk demokrasisinin tüm binası, bunun üzerine kuruludur. Şunu da ilave edeyim ki, bu demokrasi, Amerikan düşüncesini temsil eder; şu farkla ki, siz kırk sekiz devlctsiniz, biz bir tek büyük devletiz.

Benim milliyetçilik fikrim, aynı soydan, dinden ve tabialtan bir halkın milliyetçiliğidir. Yüzlerce yıl boyunca Türk İmparatorluğu, Türklerin azınlıkta olduğu karmaşık bir insan yığınıydı. Daha başka sözde azınlıklarımız da vardı ve bunlar, sıkıntılarımızın büyük kısmının kaynağı olmuşlardı; bu ve eski fetih düşüncesi … Türkiye’nin gerilemesinin bir sebebi, bu ziyadesiyle zor hükümdarlık meselesi yüzünden kendisini tüketmiş olmasıydı. Eski imparatorluk çok büyük tü ve her an başına bir bela açılmasına müsaitti.

Fakat bu, eski zor, fetih ve yayılma fikri, Türkiye’de ebediyen ölmüştür. Eski imparatorluğumuz, Osmanlı’ydı. Bu da, zor demekti. Bu kelime artık lügatımızdan atılmıştır. Biz şimdi Türküz, sadece Türk. İşte bunun içindir ki, Woodrow Wilson’un gayet iyi ifade ettiği kendi kaderini tayin idealine dayanan, Türklere ait bir Türkiye istiyoruz. Bu, milliyetçilik demektir, ama Avrupa’nın pek çok yerlerinde kendi kaderini tayini engelleyen bencil cinsten bir milliyetçilik değil. Ne de keyfi gümrük duvarları ve sınırlar demek. Bizim milliyetçiliğimiz, ticarette açık kapıyı, ekonominin yeniden canlandınlmasını, bir anavatanda şekil bulan, memleketi üzerindeki gerçek bir vatansevediği ifade eder. Kan ve fetihle dolu bunca yıldan sonra nihayet Türkler, bir anavatana kavuşmuşlardır. Bunun sınırları belirlenmiş, dert kaynağı olan azınlıklar ayrılmıştır. İşte bu sınırları içinde mevkiimizi korumak ve kendi kurtuluşumuz için çalışmak, kendi evimizin efendileri olmak niyetindeyiz.”

Kemal’in Yapıcı Programı

Gene hana doğru eğildi ve keskin, kı.w ve sert iisluhuyla şunları öyledi:

“Biliyor musunuz, Avrupa’da barışı ve yeniden inşayı engellemiş olan şey nedir? Sadece şu: Bir milletin diğerine müdahalesi. Daha önce bahsettiğim, haris, bencil milliyetçiliğin bir parçası. Bu, ekonominin yerine siyasetin geçmesi neticesini duğurmuştur. Alman tazminat kördüğümü, bunun sadece bir misalidir. Küçük hesaplı siyaset, dünyanın baş belasıdır.

Bizim güçlükle kazandığımız Türk bağımsızlığını engellemeye çalışan, milliyetçiliğimizi kötüleyen, bunun doğu komşularımızı fcthcıme arı:usunu saklayan bir iirtüden ibaret olduğunu söyleyen, ekonomiyi idare edecek kabiliyette olmadığımızı ileri süren milletler var. Pekala, görecekler.

Yeni Türkiye’nin ilk ve en mühim düşüncesi, siyasal değil, ekonumiktir. Biz, dünya tüketiminin olduğu gibi, üretiminin de bir parçası olmak istiyoruz.”

“Birleşik Devletler sizin bu yeni Tiirkiye’nize somut olarak ne gibi yardımlarda bulunabilir?” diye sordum.

Solundaki sarışın dev “birçok şeyler” dedi. “Türkiye, esas itibariyle köylük bir ülke. Başarı veya başarısızlığımız tarıma bağlı. Canlandırma programında başlıca üç faaliyet önde geliyor. Bunlar, tarım, ulaştırma ve sağlık; çünkü köylerimizdeki ölüm oranı. dehşet verecek kadar yüksek.

İlk önce tarımı alalım. Birincisi, tarım okulları açmak ki, bunda Amerika yardımcı olabilir; ikincisi traktör ve diğer modem tarım makinelerini getirmek suretiyle, tamamen yeni bir çiftçilik ilmi geliştirmek zorundayız. Pamuk gibi yeni ürünleri geliştirmemiz, tütün gibi eski ürünlerimizi de yaygınlaştırmamız gerekiyor. İster karayolunda, ister çifıliktc olsun, motor bizim ilk yardımcım ız olacaktır.

Ulaşım da aynı derecede hayatidir. Dünya Savaşı’ndan önce Almanlar, Türkiye’nin ulaşım ı için kapsayıcı bir plan hazırlamışlardı; ancak bu, ülkenin onlar tarafından ekonomik bakımdan sömürülmesi fikrine dayanıyordu. Almanlardan kurtulmamız memnuniyet vericidir; bana sorarsanız da, hiçbir zaman bu otoritcyi tekrar ele geçiremeyeceklerdir. Çok ihtiyaç duyduğumuz demiryollarımızı geliştirmek için gözlerimizi Amerika’ya çevirdik. Onlara Chester imtiyazı’nı verınemizin bir sebebi budur. Bu imtiyazın bizim için ne ifade ettiğini Amerikalıların anlayacaklarını ümit ediyorum. Bu, sadeec yeterli bir ulaşım değil, aynı zamanda yeni limanların inşası ve milli kaynaklarımızın, özellikle petrolün işletilmesi ümididir.

Sağlık konusunda zaten, kabİnemizin bir unsuru olarak, bir Sıhhiye Vekaleti kurduk. Çocuk ölümlerini önlemek için her türlü çaba gösterilecektir. Bu konuda da gene Amerika yardımcı olabilir.

Ekonomiden söz ederken, yeni Türkiye için hayati önem taşıyan başka bir meseleye de değineyim. Geçmişte Türkiye’nin felaketi, büyük Avrupa devlctlerinin, onun ticari gelişmesi konusunda birbirlerine karşı olan bencil tutumlarıydı. Bu, büyük imtiyazlar koparma oyununun kaçınılmaz neticesiydi. Devletler, ahır yemliğindeki köpekler gibiydiler; kendi istediklerine ulaşamadıkları zaman, rakiplerini de bundan uzak tutmaya çalışıyorlardı. Yıllardır Çin’de olup bitenler de aynen böyledir. Ancak onlar. Türkiye’yi Çin’e çeviremeyeceklerdir. John Hay tarafından ortaya atılmış bulunan, herkese açık kapı ve herkes için fırsat eşitliği üzerinde ısrar edeceğiz. Eğer Avrupa devletleri bu usulden hoşlanmazlarsa, bunun dışında kalabilirler.”

Bundan sonraki sorum şuydu: “Dünyanın bugünkü hastalığı için ilacınız nedir?”

Hemen cevapladı: “Aptalca şüphe ve güvensizlik değil, akıllıca işbirliği .”

“Milletler Cemiyeti bir çare mi?” diye devan ettim.

“Hem evet, hem hayır” cevabı geldi Kemal’den. “Cemiyet’in hatası, belli bazı milletleri yönetmek, diğer milletleri de yönetilmek üzere ayırmış olmasıdır. Wilson’un kendi kaderini tayin fikri, garip şekilde ortadan kaybolmuş görünüyor.

Kemal’e. Türkiye’nin Milletler Cemiyeri’ne girmesine taraftar olup olmadığım sorduğumda, şu cevabı verdi:

“Şarta bağlı; ancak şu andaki işleyiş şekliyle Cemiyet, bir tecrübe olarak mevcuttur.”

Kurnaz Bir Oyun

Kemal’in iki mühim konuda özel alakaya değer görüşü var. Bunlar Almanya ve Bolşevizm.

Şunu söylemekle bir sırrı a{·ığa vurmuş oluyorum ki, Kemal, Alman tertipleri yüzünden memleketine çok pahalıya mal olmuş bulunan Büyük Savaş’tan çok daha önceleri. İstanbul’daki Alman emrikalarına sürekli muhalefet etmişti. Kemal’in Alman­larla alakalı her şeye karşı şiddetli itirazı yüzünden. savaş sırasında hükümetin kontrolünü Talat Paşa ile paylaşan Enver Paşa. onu ordu hizmetinde harcayıp bertaraf etmeye çalışmıştı. Halbuki Enver, Kemal’in kariyerini sona erdirecek yerde, ona Türkiye’yi kurtarma ve kendisini milli kahraman yapma fırsatını vermişti.

[…]

Dünya çapında ilgi çeken bir konuda, Türk kadınının kurtuluşu konusunda Kemal’in kesin fikirleri var: Yalnız peçenin nihai olarak yasaklanmasına taraftar olmakla kalmıyor kadının kamusal hayatın bir parçası olmasını da istiyor. Bu konudaki görüşleri şöyle:

“Kadınlarımız, eğitimde ve çalışmada erkeklere eşit olmalı. İslamiyetin en eski günlerinden beri, kadın bilginler, yazarlar, hatipler ve bunun gibi okul açıp ders veren kadınlar olmuştur. Hatta İslam dini, kadınlara, kendilerini erkeklerle aynı derecede eğitmelerini emreder. Yunanlılarla olan savaşta Türk kadınları, cephedeki erkeklerin yerine geçerek evlerinde her türlü işi yapmış. hatta ordunun ikmal ve mühimmat taşınması işini üstlenmişlerdir. Bu, gerçek bir sosyolojik prensibin, yani toplumu daha iyi ve daha güçlü kılmak için kadınların erkeklerle işbirliği etmesi gerektiği prensibinin bir neticesi olmuştur.

Türkiye’de kadınların hayatlarını tembellik ve aylaklık içinde geçirdikleri sanılmaktadır. Bu bir iftiradır. Büyük şehirler hariç, bütün Türkiye’de kadınlar, erkeklerle yan yana tarlalarda çalışmakta ve genel olarak milli çalışmaya katılmaktadırlar. Sadece büyük şehirlerde Türk kadınları kocaları tarafından inzivaya çekilmektedir. Bu da, kadınlarımızın, dinin emrettiğinden daha fazla örtünüp kapanmalarından ileri gelmektedir. Gelenek, bu noktada fazla ileri gitmiştir.”

Bütün mülakat sırasmda, sözlerini vurgulamak için öne doğru eğildiği iki an dışında Kemal. ko/tuğunda dimdik oturmuş ve sürekli olarak sigara içnıişti. Bu sert hatlarda en ufak bir yumuşama belirtisinin görüldiiğü tek an, konuşmanın sonunda az çok kişisel nitelikte meseleleri tartışmaya başladığımız zamandı; kendisine. evlenmemiş olduğumu. çünkü çok seyahat ettiğimi ve hiçbir kadının böyle sonu gelmez bir faaliyete tahammül etmeyeceğini söyledim. Bunun üzerine. “Ben de, ancak son zamanlarda evlendim” dedi.

Bayan Kemal

Bu tabiatıyla bizi Kemal’in hayatındaki romantikliğe götürüyor: Bütün diğer demir adamlar gibi onun da hassas bir noktası var; Bayan Kemal’e rastlayınca, onun nasıl olup da teslim olduğunu anladım. Bütün hikayeyi ilk ağızdan ve aşağıdaki şekilde işittim:

Mülakatın ortasındayken hizmetkar içeri girdi ve Kemal’in kulağına bir şey fısıldadı. Kemal derhal döndü ve gururla “Bayan Kemal geliyor” dedi.

Birkaç saniye sonra, şimdiye kadar rastladığım en çekici Türk kadını odaya girdi. Orta boylu, tam Doğulu yüzlü ve parlak siyah gözlüydü. Her hareketi zeraferin ta kendisiydi.

[…]

Kemal, beni eşine Türkçe olarak takdim etti. Kendisine Fransızca hitap ettim ve mükemmel bir İngilizceyle cevap verdi; aslında, İngiliz aksanıyla konuşuyordu. Bunun sebebi de, okul hayatının bir kısmını İngiltere’de geçirmiş olmasıydı. Daha sonra Fransa’da okumuştu. Bayan Kemal hemen masanın yanındaki koltuğa oturdu ve eşiyle karşılıklı görüşmemi ilgiyle izledi. Onun gelişinden az sonra Kemal kabinenin hata toplantı halinde olduğu “bitişik odaya çağrıldı; onun yokluğu sırasında Bayan Kemal bana hayat hikayesini anlattı.

[…]

Bu esnada Kemal döndü ve mülakatımız  bıraktığımız yerden tekrar başladı. Bitirdiğimizde akşam oluyordu ve gitmek zamanı gelmişti. Gazi’nin Ankara’da ele geçirdiğim bir fotoğrafını yanımda getirmiştim. 1920’nin ilk günlerinde çekilmişti. Baktığımda, düşünceli şekilde. “bu bana gençliğimi hatırlatıyor” dedi. Fotoğrafi imzaladı ve isteğim üzerine iki başka resmini daha verdi.

Veda edildi ve ayrıldım. Gece olmaktayken Ankara’ya geri döndüm. Aralıklarla süvari nöbetçilerince selamlandım; zira karanlıkta Kemal’in güvenlik tedbirleri artırılıyordu. Durgun havada borazan sesleri yansırken güçlü ve hakim bir şahsiyetle insanlar arasında eşi olmayan bir liderle tanışmış olduğumu idrak ettim.

[…]

 

* lsaac F. Marcosson. “Kemal Pasha”, The Saturday Evening Post. 20 Ekim 1923), s.9-9. 141-149. Ayrıca bkz. Prof. Dr. Ergun Özbudun, “Türkiye’nin Kuruluş Yıllarında Bir Yabancı Gazetecinin Ankara Yolculuğu ve Atatürk’le Görüşmesi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi. Kasım 1984, c. 1. sayı 1, s.167-191. The Saturday Evening Post’taki İngilizce metin Şule Perinçek tarafından Türkçeye çevirilmiştir. Ara başlıklar The Saturday Evening Post’ta yer almaktadır.

 

Atatürk’ün Ortadoğu Halklarının İsyanına İlişkin Kehanet Vecizesine Kanan Köşe Yazarları

Röportaj metninin tamamını okumadan internette her bulduğuna körü körüne inanarak sorgusuz sualsiz paylaşarak gülünç duruma düşen köşe yazarlarını ifşa edelim:

Cumhuriyet Gazetesi‘ndeki “Kanlı Satranç Tahtası” başlıklı 28 Ekim 2014 tarihli yazısıyla Serdar Kızık:

“Anımsayın, ne demişti Mustafa Kemal Atatürk: “…””

Yeni Mesaj Gazetesi‘ndeki “İki alıntı, bir yorum” başlıklı 21 Temmuz 2014 tarihli yazısıyla Tahsin Aydın:

“Mandacılar, din istismarcıları Büyük Önder’in şu sözünü asla unutmasınlar; …”

Diğer isimler şu şekilde:

 

İLAVE: İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 9 Aralık 2024 günkü İsmail Küçükkaya ile Yeni Bir Sabah adlı programda kullandığıBir gün Cihan Harbi’nden sonra Orta Doğu’da kurulan Suni devletlerin halkları ayaklanacaktır. O gün geldiğinde yeni kurduğumuz Cumhuriyetimizin emperyalist güçlerin yanında yer alırsa aynı akıbete kendileri vuracaktır” sözü Atatürk’e ait değil.

 

İLAVE 2: Erdâlî mahlaslı X kullancısı, bu sözü 2012 yılında uydurduğunu şu sözlerle ileri sürdü:

Size bu cehaplıların cahil ve aptal olduklarını apaçık göstericem. Dinleyin. Bu metni 2012 yazında facebookta dönen uydurma atatürk sözlerinden ikrah edip oturup yazdım. Dandik bi facebook sayfasından saldım. Amacım kaç günde benim sayfama düşecek diye test etmekti.

1 hafta sürmedi “öğretmen maaşı vekil maaşı olsun” gibi sözlerle beraber benim sayfama da düştü. Arkadaşlarla güldük eğlendik. Deney başarıyla sonuçlandı. Bi hafta sonra sözcü gazetesinin manşetinde gördüm. Dehşete düştük tabi.

İsnat edilen abdli gazeteci ve röportaj var elbette. Ama orda paşa “serbest ekonomiye geçmek istiyoruz abd bizi desteklesin” falan diyor. Böyle kehanet falan yok

Burda iki aptallık var. Biri o tarihte cihan harbine “1.” denmiyor. Çünkü henüz. 2. Yok. Yazı aslında Erdoğanın duruşunu destekliyor. “İsyan eden ortadoğu halklarının yanında durun, devletlerin değil” diyor. Esad ı değil ÖSOyu tutuyor metin. Ama bunu farketmeden atladılar :)))

Sonra engin ardıç bunu yazdı böyle bi söz yok diye. ABD’Lİ galiba türk bi akademisyen kaynak gösterdiğim röportajı buldu “yok kardeşim öyle bi şey” diye yazdı. Renkli günlerdi. Eğlendik. Bitti diyemiyorum Ekrem de metindeki bu iki problemli yeri anlamadan keramet aramış :)))”

 

Dipçe: Tekrar belirtmek gerekirse; Atatürk’ün böyle hurafelere ya da kehanet uydurmalarına ihtiyacı yok.

 

Yorumunuzu yazınız...