Ünlü şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Abbas” adlı şiirinin ortaya çıkış hikâyesi olduğu ileri sürülen anlatı gerçeği yansıtıyor
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin önde gelen şairlerinden Cahit Sıtkı Tarancı’nın (4 Ekim 1910, Diyarbakır – 12 Ekim 1956, Viyana) “Haydi Abbas” adıyla tanınan şiirinin hikâyesini inceleyeleceğiz.
Cahit Sıtkı Tarancı Kimdir?
Cahit Sıtkı Tarancı (1910-1956), Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin önde gelen temsilcilerindendir. 4 Ekim 1910’da Diyarbakır’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Diyarbakır ve İstanbul’da tamamladı. Ardından bir süre Saint-Joseph Fransız Lisesi’nde ve Galatasaray Lisesi’ne devam etti. Yükseköğrenimine Mülkiye Mektebi’nde başladı, ancak tamamlayamadı. Daha sonra Paris’e giderek Sciences Politiques’te öğrenim gördü. II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Türkiye’ye dönmek zorunda kaldı. Şiire genç yaşta ilgi duyan Tarancı, Ahmet Haşim ve Fransız edebiyatının etkisiyle bireysel ve lirik bir üslup geliştirdi. Şiir yazmaya lise yıllarında başlayan Tarancı, ilk şiirlerini “Servet-i Fünun Uyanış” dergisinde yayımladı. Ömrümde Sükût (1933), Otuz Beş Yaş (1946) ve Düşten Güzel (1952) bulunmaktadır ve ölümünden sonra yayımlanan “Sonrası” adlı şiir kitaplarıyla tanındı. Şiirlerinde genellikle yaşama sevinci, ölüm korkusu, yalnızlık ve aşk temalarını işledi. Hece ölçüsünü modern bir söyleyişle birleştirdi. Fransız şairlerden etkilenen Tarancı’nın şiirlerinde özellikle sembolizm akımının izleri görülmektedir. Edebiyat hayatının yanı sıra çeşitli kurumlarda, gazetelerde ve radyolarda çalıştı. 1954 yılında geçirdiği hastalık nedeniyle fiziksel sağlığı bozuldu. Tedavi için götürüldüğü Viyana’da 12 Ekim 1956 tarihinde vefat etti. Ankara’da Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedildi. |
Türk şiirine getirdiği kendine özgü lirizm ve içten anlatımla önemli bir yer edinen Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Abbas” başlıklı şiiri şu şekilde:
Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumanı,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.
Haydi Abbas’ın bestesini Fatih Kısaparmak ve Mustafa Keser’in yorumlarıyla hatırlatalım:
Cahit Sıtkı Tarancı’nın yedek subaylık döneminde emir eri olan Abbas adlı saf ve temiz bir Anadolu çocuğuyla yaşadığı samimi ve duygusal bir anı üzerinden “Haydi Abbas” adıyla tanınan şiirini yazdığı ileri sürülüyor.
Anlatıya göre 1941 yılında Burhaniye’de yedek subay olarak görev yapan Cahit Sıtkı Tarancı, emir eri olarak Abbas adında saf, temiz ve sadık bir Anadolu çocuğunu seçer. Abbas zamanla şairin güvenini ve sevgisini kazanır. Bir gece rakı sofrasında Tarancı, İstanbul’daki sevgilisini kaçırıp getirmesini ister. Ertesi gün Abbas’ın gerçekten yola çıkmaya hazırlandığını görünce duygulanan şair, akşam tekrar sofraya oturduğunda ilhamla ünlü şiirini kaleme alır.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın askerliğini yaparken 1944 yılında yaşadıktan sonra bir gazeteciye anlattığı, söz konusu gazetecinin Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı ileri sürülen “anlatı” şu şekilde aktarılıyor:
“Yıl 1941… Cahit Sıtkı Edremit Burhaniye’de yedek subay.
Göreve gittiği gün bölük yazıcısından künye defterini ister. Defteri tararken Abbas oğlu Abbas adı dikkatini çeker.
Eli sakat olduğu için çürüğe ayrılmış bir erdir Abbas…
Askeri çağırtır. İçeri yiğit bir er girer, selam çakıp “Abbas oğlu Abbas, emret komutan!” der.
– Nerelisin Abbas?
– Memleket Mardin, kaza Midyat komutan.
– Abbas benim emir erim olur musun?
– Sen bilir komutan!
Abbas, Cahit Asteğmen’in evinin altındaki boş odaya taşınır ve kısa zamanda zekası ve sıcakkanlığıyla komutanını etkiler.
Sabahları erkenden kalkar, kahvaltısını hazırlar, kıyafetlerini ütüler, evin temizliğini yapar, yemeğini pişirir.
* * *
Akşam olunca çilingir sofrasını kurar, güzel mezeler yapar.
Komutan zamanla bu saf ve temiz Anadolu çocuğunu çok sever.
Akşamları demlenirken onunla dertleşir.
Böyle bir keyif gecesinde Abbas’a şöyle bir soru yöneltir:
– Sen İstanbul’u bilir misin Abbas?
– Bilir komutan.
– Orda bir Beşiktaş var bilir misin?
– Bilir komutan. Ben orda acemi birlikteydim.
– Orda benim bir sevgilim var… Sen bana kaçırıp onu getirir misin?
– Elbet komutan.
Sabah olur, Cahit Sıtkı bakar Abbas yeni asker kıyafetlerini giymiş, tıraş olmuş, sorar:
– Hayırdır Abbas, neden böyle hazırlık yaptın?
– Ben İstanbul’a gidecek komutan.
– Ne yapacaksın İstanbul’da?
– Sen söyledi. Ben gidecek sana sevgiliyi getirecek!
Şair duygulanır. Gözyaşlarını gizlemek için arkasını dönüp evden çıkar.
* * *
Akşam eve dönünce rakı sofrasını kurdurur ve Abbas’ı karşısına oturtur.
Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı alır kelemi káğıdı eline o sofrada ünlü şiirini yazar:
Haydi Abbas, vakit tamam;
…”
Şiirlerinde genellikle insanın varoluşsal kaygıları, ölüm, yaşam sevgisi ve melankoli gibi temaları işleyen Cahit Sıtkı Tarancı’nın Abbas şiirinin komutanına bağlılığı ve içten hizmetleriyle kalbini kazanan, bir akşam, şairin şaka yollu “Beşiktaş’taki sevgilimi kaçırıp getirir misin?” sözünü ciddiye alan emir eri Abbas’a atıf içerdiği doğru.
Cahti Sıtkı Tarancı, emir eri Abbas’ın alkol aldığı bir akşam verdiği talimata uyup sevgisilini İstanbul’a gitmek için hazırlık yapmasının kendisini derinden etkilediğini, Abbas’ın ona büyükannesinin ona çocukken anlattığı bir hikâyeyi anımsattığını 30 Temmuz 1944 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Abbas” başlıklı “küçük hikâyede anlatmıştı.
Bahse konu yazıda Cahit Sıtkı Tarancı, ünlü şiirini yazmasına ilham olan unsurun çocukken dinlediği bir masal olduğunu, “bir dudağı gökte bir Arap” olarak nitelediği Abbas’ın yardımına koşmasını şöyle anlatmış:
“Vaktiyle, bilmem ne memlekette hüküm süren bir padişahın oğlu, ancak rüyada gördüğü servi boylu, sırma saçlı, mavi gözlü, son derece dilber bir kıza âşık olur ve sevgilisini bulmak ümidiyle yollara düşer. Bütün aşk masallarında olduğu gibi başına bir sürü felaketler gelecektir, pek tabii değil mi? Aşk demek imtihan demektir. Ancak serden geçip yardan geçmeyen muradına nail olur. Bereket versin, daha ilk adımı bizim sevdalı şehzadeye uğurlu gelir. Bir kuyunun yanından geçerken, takatten düşmüş, ak saçlı bir ninenin kuyudan su çekmeye uğraştığını görünce dayanamaz, koşar, ninenin suyunu çeker. Buna son derece memnun kalan kadıncağız, şehzadenin sırtını okşar ve saçından kopardığı iki teli ona vererek der ki: Oğlum, başın darda kaldığı zaman bu iki kılı birbirine çakarsın; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap çıkar karşına! Korkmayasın. Adı Abbas’tır. Karnın mı acıkmış; Abbas, demen kafi. Derhal sana mükellef bir sofra kurar. Yırtıcı hayvanlar arasında mı kaldın? Abbas’tan başka kimse kurtaramaz seni. Uykusuz gecelerde yârin hicranı ile mi yanıyorsun? Abbas ne güne duruyor? Sevgilini ne kadar uzakta olursa olsun, alıp getirir seni şad eder. Bu iki kılı iyi muhafaza et oğlum. Onlar sayesinde selamete çıkacaksın.”
Ve Tarancı, yedeksubaylığını yaparken emir erini seçmek için göz attığı isim listesinde gördüğü Abbas’ı seçişine şöyle değinmiş:
“Bölüğü içtima ettirip gözüme kestirdiğimi seçmeye gönlüm razı olmadı. Bölük yazıcısından künye defterini istedim. Şu Anadolu’muz ne zengin memleket yarabbi! Pötürgeli Hasanlar, Aksekili Ömerler, Akçaabatlı Hakkılar, Malatyalı Osmanlar, Erzincanlı Mehmetler, neler de neler! Kim bilir, bu Anadolu uşaklarının her birinde ne cevherler vardır! Yaprakları çevirmeye devam ederken, Abbas oğlu Abbas ismi gözüme ilişti. Durdum, bu sahifeye daha muhabbetle eğildim. 331 doğumlu, Midyat’ın Cobin köyünden. Masaldaki Abbas aklıma geldi. İçimden: ‘Acaba?’ dedim ve kendi kendime gülümsedim. Vakit öğleydi. Bölük talimden dönmüş olmalıydı. Nöbetçi çavuşu çağırttım, yemekten sonra, Abbas oğlu Abbas’ı bana göndermesini tembih ettim.”
Cahit Sıtkı Tarancı’nın Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplar incelendiğinde şiirdeki Abbas’ın “insanoğlunun, sık sık başvurmaya mecbur kaldığı hayali temsil ettiğini” belirttiği görülüyor.
Söz konusu mektuptan ilgili kısım şu şekilde (Cahit Sıtkı Tarancı (1957). Ziya’ya Mektuplar 1930-1946. Varlık Yayınları. İstanbul. Sf: 130-131):
Dördüncü sahifedeki şiirler hakkında bazı izahat şarttır sanırım. ‘Abbas’ isimli şiir: Çocukluğumda dinlediğim bir masalda bedbaht bir şehzade, bu hâline acıyan aksakallı bir adamla karşılanır (Hızır aleyhisselâm); şehzadeye bir saadet parolası verir; ona der ki: ‘Canın sıkıldığı zaman, Abbas! diye sesleniver, derhal karşına gaibden bir harem ağası çıkar, sofranı kurar, sevgilini getirir, geçmiş günlerini yeni baştan yaşattırır!’ Ve şehzade bu parolayla kendini avutur”. “Burada Abbas, insanoğlunun heyhat ki sık sık başvurmaya mecbur kaldığı hayali temsil etmektedir. Şiiri ona göre okumalı. Kafiyeli olması şundandır: Abbas, benim söylediklerimi ses olarak aynen tekrar etmektedir, benim aks-i sadamdır. Vezinsizdir, zira, verdiğim emirlerin harfiyen yerine getirilemeyeceğini biliyorum, müdrikim. Zaten aks-i sadalarda aynı cümle bütün uzunluğiyle tekrar edilmez de, yalnız son hecenin tekerrürü kuvvetle duyulur. Vezinsizliği icabettiren diğer bir sebep de, hayatla hayal arasındaki uçurumdur, bu uçurumun şair tarafından duyulması ve duyurmak istenilmesidir.
“Nedim’e Dair” şiirinin vezinli ve kafiyeli olması, Nedim’e dair olduğu içindir. Her parçanın torse halinde gelmesi, Nedim’in üçüncü Ahinet devrinde yaşadığını karıe tedai ettirmek içindir. Def-i gam, mest-i naz gibi tabirler, Nedim den bahsedildiği için lazımdı. Nedim gibi konuşmak icabetmez mi? Nedim in bir isyanda kaçarken damdan düşüp öldüğü de mezarımın bilinmemesine sebeptir. Diğer küçük şiir, nağmesinin hikmet-i vücudunu açıkça söylemektedir, Gözlerinden öperek şiiriere geçiyorum:
Abbas (Otuz Beş Yaş’ta var).
Değişik mısraları:Akşam diyorduk işte oldu akşam.
Kur baltalım soframızı;
– Böyle istiyor Cahit! –
Gençliğimi yenibaştan
Yaşamak lazım
Değil mi Abbasım?
Değil mi?
Bütün gençliğimi!
Ziya Osman Saba’ya yazdığı 20 Ekim 1942 tarihli mektubunda Abbas’ın kendisine rakı sofrası hazırladığını şöyle belirtmiş:
Yücel’den bana gönderdiler. Senin de görmüş olacağın gibi, aceleye gelmiş bir hali var. Ümidederim ki, Ev şiirini vermedin, za ten son şeklini görmeyi pek isterdim! Bu kadar mühim bir ‘‘ev’’ in nihaî inşasını elbette ki merak etmek h ak kımdır; ki o “ev”, yengelerimin en azizi olacak olan, müstakbel karını bütün bir gece — belki de gecelerce — uykusuz bırakacaktır; şüphesiz keyfinden. Bu akşam, gene on günden beri bermûtad, Abbas soframı hazırladı, içiyorum, yarı kederli yarı hazla Sait Faik ve Avni İnsel sana bira içirmişler, ben geldiğimde sana rakı içiririm, bu işteki elemi ve neşeyi, İstersen, sana bir akşamcı argosiyle anlatırım.”
3 Eylül 1943 tarihli mektubunda “Haydi Abbas” nidasıyla rakı sofrasına oturduğunu şöyle dile getirmiş:
Rakı içmediğim ve esmer güzeli yârim köye çıktığı geceler ya eve yahut da eşe dosta mektup yazmakla vakit geçiriyorum. Yaz gecelerinde nedense kitap okunmuyor. Meğer kitap okumak kış gecelerine mahsus mevsimlik bir saadetmiş! Haftada üç dört gece içmeden edemiyorum; her sabah “paydos!’’ karariyle uyandığım halde, terhisimizin gecikmesi beni her akşam değilse de ekser akşamlar “haydi Abbas” diyerek sofra başına oturmaya mecbur ediyor.“
İşbu anlatının gerçekliği konusunda kuşku uyandıran yanların bulunduğu ileri sürüp, hikâyenin gerçekliği sorgulayanlara rastlamıştık.
Alabildiğine içedönük, çekingen bir kişiliğe sahip olan Cahit Sıtkı Tarancı’nın askerlik yaparken farklı bir şehirden gelen emireriyle böylesi yakınlık kurabilmesinin onun kişiliğine, duygu dünyasına pek uymadığı da ileri sürülmüş. Henüz askerliğini yapmakta olan birinin hayıflanarak “yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan” demesinin garip olduğu yorumu da paylaşılmıştı.
Abbas adlı şiirin, kendisini içeri almayan Abbas adlı meyhane sahibinin izin verip “akşam gel” demesi üzerine akşama kadar bekleyen şairin meyhaneye girişte söylediği de rivayet edilmişti.
Yine Mustafa Keser’in anlatımıyla bu yanlış aktarımı örnekleyebiliriz:
Cahit Sıtkı Tarancı’nın Ankara Büyük Postane karşısındaki Abbas’ın işlettiği meyhanenin müdavimi olduğu, meyhaneye memuriyetini aksatacak kadar erken gitmesine Abbas’ın karşı çıkış “akşam olmadan sana rakı yok” dediği rivayeti, ilgili dönemden tanıklıklar incelendiğinde doğrulanamıyor.
Süha Ediboğlu, Bizim Kuşak ve Ötekiler adlı kitabında Cahit Sıtkı Tarancı’nın meyhane rutinine dair şu aktarıma yer vermiş (Bazı kaynaklarda bu anlatının aki Süha Ediboğlu’nun Bizim Kuşak ve Ötekiler (Varlık Yayınevi, 1968) adlı kitabında yer aldığı ileri sürülmüş. Ancak, adı geçen kitapta böyle bir anlatı yer almıyor):
“Cahit bir müddet Anadolu Ajansı’nda çalıştı. Sonra yedeksubay oldu. Askerlikten terhisinden sonra da kesin olarak Ankara’ya yerleşti ve Çalışma Bakanlığı’nda o zamana göre iyi sayılabilecek bir mütercimlik kadrosuna tayin edildi. Artık kısmen, muntazam sayılabilecek bir hayat sürüyor, ailesi ve babasıyla görüşüyor, mektuplaşıyor, işine zamanında gidiyor, zamanında çıkıyor, ancak akşam üstleri şaşmaz ve değişmez bir intizamla saat 6 sularında Ankara’da Büyükpostanenin yanındaki Şükran lokantasına devam ediyordu. Burası lokantayla meyhane arası sevimli bir verdi. Ancak 20-25 kişiyi alabilecek büyüklükte olan Şükran lokantasının bellibaşlı müşterileri şairler, hikayeciler, gazeteciler ve sayıları birkaçı geçmiyen ressamlardan ibaretti.
Akşam üstleri Cahit hepimizden evvel meyhaneye gelir, her zaman oturduğu köşedeki masaya geçer, ilk kadehini söyler ve bizleri beklemeye başlardı. Dakikalar ilerledikçe şairler, gazeteciler sökün etmeye başlardı. Cahit’ten sonra hemen Şahap Sıtkı gelir, onu Ahmet Muhip Dranas, Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Fethi Giray, Mehmet Kemal takip eder. Akşam üstleri saat yediye, bazan sekize kadar Ankara Radyosu’nda çalıştığım için, en geç ben giderdim. Meyhaneye girdiğim zaman bütün arkadaşları çoğunlukla az-çok yüklerini almış, yüzleri kulakları kızarmış, münakaşa eder halde bulurdum.
Ben masaya oturduktan sonra “Neredeydin ? Nerede kaldın yahu ?” gibi adeta bir ağızdan sorulan sualleri birer birer cevaplandırırdım. Bu arada Cahit, hemen masayı temizlettirir, yeni mezeler ısmarlar bir şişe daha açmalarını söylerdi. Şairler masasının şefi Cahit’ti. Çünkü Şükran lokantasında krediyle yiyip içebiliyor ve birçoklarımıza da kefil oluyordu. Şimdi hatırlayabildiğim kadar, Cahit’in meyhanede o zamana göre 100-150 lira arası kredisi vardı. Ay başlarında maaşını alır almaz hemen meyhaneye koşar, müşterek borçlarımızı öder, daha sonra da bizlerden, senin şu kadar, senin şu kadar borcun var diyerek hesapları tahsil ederdi.
Şükran meyhanesi, hepimiz için hem ucuz bir demlenme yeri oluyor hem de şiirlerimizi, hikaye!erimizi orada okuyor, tartışıyor ; bazan sert, bazan tatlı sohbetler ediyorduk. İçimizde sert, kavgacı mizaçlı arkadaşlar da vardı. Onları birkaç kadehten sonra idare etmek bazan çok zor oluyordu. Cahit’in böyle sert, sonu tatsızlıkla bitecek tartışmalarda; hiç sesi çıkmaz, usulcacık kadehini yudumlar, bazan . lafa karışarak tarafları sükfuıete davet eder, çok üzüldüğünü, meyhanenin diğer müşterilerini rahatsız ettiğimizi yumuşak, hatta yalvaran bir sesle arkadaşlara hatırlatırdı.
Bir akşam iki şair arkadaş, yeni çıkmakta olan bir dergi yüzünden uzun uzun tartıştıktan sonra işi azıttılar, hafiften başlayan hakaretler küfürleşmeye kadar vardı. Neredeyse yumruklaşacaklardı. Bir ara baktım masanın bir köşesine büzülmüş olan Cahit sessizce ağlıyordu. Bir fırsat bulup kavgacı şairlere işaret ederek Cahit’in gözyaşlarını gösterdim. Her ikisi de bir anda sustu. Bir iki dakika sonra da mendilini çıkararak gözlerini silen Cahit, şöyle konuştu :
– Ne kadar üzülüyorum, ne kadar, bilemezsiniz ! Paylaşamadığınız ne var bu dünyada ? .. Ayıp değil mi canım … Şair insanlara yakışır mı böyle münakaşalar etmek ? ..
Bunları söyledikten sonra yine dolup dolup boşalıyor, tekrar ağlıyordu. Kavgacı şairler bir aralık kendi konularını unutmuşlar, Cahit’i teselli etmeye başlamışlardı.”
Çetin Altan’ın Dünyaya Bırakılmış Mektuplar adlı kitabındaki “ça va…” başlıklı kısımda Cahit Sıtkı’nın meyhane alışkanlığına ve meyhanede yazdığı şiirlere şöyle değinilmiş (2002. İnkılap Yayınevi. İstanbul. Sf: 147-151):
Ufacık tefecikti. Boyu ya bir altmış iki ya da bir altmış beşti. Ayakkabıları da, çocuk ayakkabısı kadardı. Saçlarını ortadan ayırarak arkaya tarardı. Esmer kavrukça bir yüzü vardı. Bakanlıklardan birinde çevirmen olduğu için, beylik memur giyimini hemen hiç değiştirmez, daima kravat takardı. Ünlü bir ozandı. Ama dışarıdan bakınca ozandan çok, genç yaşta hayattan usanmış, sessizsedasız emekliliğini bekleyen bir kalem kâtibine benzerdi
O tarihlerde Ankara’da Postane Caddesi’nin başında yan yana iki meyhane vardı. İkincisi tüllü perdeleri ve ufacık Amerikan barıyla daha bir lüks, daha bir içkili lokanta tipiydi.
Ankara sanatçılarının hemen her akşamtoplandıkları yerdi bu iki meyhane. Ünlü ozan da, işinden çıkar çıkmaz doğru buraya gelir, akşamın ilk müşterisi olarak pencere dibindeki masasına oturur ve bir “Bebe” rakı söylerdi. Bebe rakı, o devirdeki kırk dokuzluğun yarısı demekti… Şimdiki ölçülere göre çift duble, yahut bir viski bardağırakı…
Lokantanın sahibi, nemrutsuratlı, şişman bir adamdı.Ne şakadan, ne halden, ne sanattan anlardı. Adına Çelebi derlerdi. Ne çare ki hem azıcık lüks görüntülü, hem de sanatçıların kesesine uygun çok yer yoktu Ankara’da. Üstelik Çelebi, bütün o asık suratına rağmen, bir ay süreyle veresiye hesabı da kabul ederdi.
O dönemde Çelebi’nin gürültülü patırtılı,züğürt ve serseri görünüşlü genç müşterilerinden modern Türk edebiyatının en bayrak isimleri çıkacaktı ilerde. Ama bunun ne Çelebi farkındaydı, ne de o gençleri izlemeye gelen birincişube polisleri…
Ufacık tefecik esmer yüzlü ozan, sanat çevrelerinde çok ünlü olmakla birlikte henüz bugünkü kadar kuşakların ve kitlelerin malı olmamıştı. Ne bestelenmiş şiirleri çalınıyordu radyolarda, ne de hakkında özel programlar düzenleniyordu. Bütün bunlar ölümünden sonraya rastladı.
Cumhuriyet ve demokrasi hangi hesapla bilinmez, kendi öz sanatçılarını sağlıklarında pek benimseyemedi. Onları değerlendirmeyi ölümlerinden sonraya bırakmayı yeğ tuttu… Kendilerine gerek okul kitapları, gerek radyo ve televizyonlar, ölümlerinden sonra açıldı. Dürüst ve yetenekli insanlar oldukları için, sanırız ki şark kafalı yöneticiler, kendilerine sağlıklarında etkenlik kazandırmaktan çekindiler.
Çağdaşlıkla çağdışılığın bir arada geçinmeleri zordur. Çağdışılık ağır bastı mı, çağdaş kişilere gösterilecek ilgi, ölümlerinden sonraya bırakılır.
Her akşamsaat altısularında ufacık tefecik ozan, Çelebi’nin lokantasındaki masasına oturur, tül perdelerin gerisinden caddeye bakarak bebe rakısını içmeye başlardı. Tanıdıklarının paldır küldür masasına çökmelerinden de pek hoşlanmazdı. Bunu bilenler, içeri girince kendisine selamvererek başkamasalara giderlerdi.
Bazen sevdiklerinden birini davet ederdi yanına.
– Buyursana, bir rakı iç gel…
Akşam böyle başlardı.
Ama saatler ilerledikçe durum değişirdi. Bebe rakının doldurulduğu uzun bardak sonuna doğru yaklaştıkça, ozanın gözlerimahmurlaşmaya, dili peltekleşmeye başlardı.
Hatırını soranlara, ağzının içinde zor dolaşan bir dille:
– Ça va, derdi…
Paris’teki gençlik yıllarından edindiği bir alışkanlıktı bu.
– Nasılsın?
– Ça va…
– Nasıl gidiyorişler?
– Ça va…
Bazen de gecenin geç saatlerine kadar Çelebi’nin lokantasında kalır, masasındaki yalnızlığı korumaktan vazgeçer, cümbür cemaat herkesle birlikte otururdu. Ama üç dörtsözcük dışında, yine de karışmazdı tartışmalara. Kendisini severek övenlere, mahmurlaşmış çocuksu gözlerle bakardı. Ve keyfi yerindeyse son yazdığışiirlerden birini de okurdu. En neşeli günü ayın birinci günüydü.Ogünün akşamında Çelebi’ye gelince, bebe rakıyla birlikte bir aylık veresiye hesabı da isterdi. Hesabı ödedikten sonra da otuz gün hemen her akşamimzalayıp durduğu pusulaları, hırs ve lezzetle yırtar, paramparça ederdi. Ne sakin, ne içine kapanık bir dostluğu vardı. Bir akşam henüz kimsenin gelmediği saatlerde baş başa oturmuştuk. Şiirden,sanattan, edebiyattan konuşuyorduk. O bir yandan bebe rakısını içiyor, bir yandan da bana ozanın tanımlamasını yapıyordu, kesik, kısık, kırık cümleler, ufacık ufacık sözcüklerle.
Konuşması öyleydi.
– Herkes dünyaya, önüne oturduğu bir pencereden bakar. Birişu pencereden, bir başkası öteki pencereden… Ozan ise dünyaya birtek pencereden değil, damdan bakan kişidir…
“Sağ Elim” şiirini o gün bitirmişti. Galiba ilk kez de bana okumuştu. Sesi hâlâ kulaklarımda gibi:
Sağ elim arslan elim
Her hâli ayrı ayrı
Dillere destan elim
Âlemde senden gayrı
Gerçek dayanak mı var
Yediğim ekmek senden
Sen ev yıkmaz ev yapar
Sensin beni ben eden.
Sağ elim arslan elim
Dost için düşman için
Her zaman insan elim
İstemem dert göresin
Sen dünya maceramda
Aşkım sabrım kararım
Gülsem de ağlasam da
Ancak seninle varım.
Ben de ona kendisinin dahi unuttuğu birşiirini okumuştum.
Mektup alırsın, her taraf gül gülistan
Derken cenaze geçer, her taraf zindan
Mümkün olsa da insan, her zaman gülebilse.
Olmasa her neşenin sonunda hüzün.
Acısı da tatlısı da ömrümüzün
Çok pahalıya oturur üstümüze.
Bir akşam da birinci bebe rakıyı bitirmişikinciyi de içmiş, üçüncüyü söylemişti. Arada sırada başı önüne doğru düşüyordu. Yeni gelenlerden hatırını soranlara ağırlaşmış bir dille zarzor:
– Ça va… diyordu.
Kendisini çok seven günümüzün ünlü ressamlarından biri yavaşça kulağımıza eğilmiş:
– Çok içti… Evine kadar götürüp yatırayım, hemen dönerim, demişti. Sonra da:
– Artık geç oldu, gidelim ayaklarıyla, ufacık tefecik ozanı kaldırmış, koluna girerek Çelebi’den ayrılmıştı…
Bir saat geçti geçmedi, Çelebi’nin kapısı açıldı. Paytak adımlarla sallanarak bizim ozan girdi içeri ve mahmur bakışlarıyla herkesi süzdükten sonra boş duran iskemlesine oturdu. Arkasından da dolaşan diliyle:
– Bu…bu akşam…Çok çok içti o. Gö…götürüp yatırdımken…kendisini… döndüm, dedi.
Ressam ozanı yatıracağına, nasıl olduysa olmuş, ozan ressamı yatırmıştı.
Ne kadar ama ne kadar gülmüştük… Yıllarca unutamamıştık o hikâyeyi.
Gençliğinde Paris’teyken de her akşam aynı içkili kahvede öyle içermiş. Kahvenin önündeki trafik polisi tanırmış kendisini. Ve meyhaneden çıktığı zaman polis, caddenin trafiğini durdururmuş. Ufacık tefecik ozan, paytak adımlarıyla yalpalaya yalpalaya caddeyirahat ve sakıncasız geçsin diye…
Koskoca bir Paris caddesi.Durmuş bekleyen yüzlerce araba…Ve ortada bir kaldırımdan ötekine doğru zigzaglar çizerek yürüyen küçücük bir adam…Her akşam tekrarlanırmış bu sahne. Fransız polislerinde bazen rastlanır böyle nükteli inceliklere.
Bizim polisise Türk edebiyatının bu büyük ozanına gereksiz yere kızmış ve şubeye çağırarak:
– Maymun suratlı iblis, diye hakaret etmişti…Sonradan durumu, kendisi de ozan olan başbakanlık müsteşarı düzeltmişti.
Yazık ki çok genç öldü o ozan. Şimdi yapıtları okul kitaplarında, dizeleri şarkılarda… Anıları da kendisini tanımış olan dostlarının yüreklerinde. O kendisinin hatırını soran herkese:
– Ça va, derdi.
Şimdi uzaklardan o bizlerin, hal ve hatırınısorsa, acaba aynı iyimserlikle:
– Ça va… diyebilir miyiz?
Oldukça zor bunu söyleyebilmek…”
Görülebileceği üzere, Cahit Sıtkı Tarancı’nın Ankara’da takıldığı meyhanenin sahibinin isminin Abbas değil, Çelebi olduğu belirtilmiş.
Vedat Günyol, Cahit Sıtkı Tarancı’nın yıllarca gönlünde bir sır gibi sakladığı Beşiktaşlı sevgilisinin, kız kardeşi Mihrimah Hanım olduğunu aktarmıştı.
Özetle, Cahit Sıtkı Tarancı’nın Abbas adlı şiirinin hikâyesinin yedek subaylık döneminde emir eri olan Abbas adlı saf ve temiz asker ile anısına dayandığı iddiası gerçeği yansıtıyor.
3 Yorumlar
Size teessüflerimi iletiyorum; beste Fâtih KISAPARMAK, yorum Fâtih KISAPARMAK, siz tutmuşsunuz parçayı Mustafa KESER’den paylaşmışsınız, hiç olmamış!!!
Haklısınız… Eklensin…
Sâğ-olun…